Türk Dili
İnsanlar arasında iletişim kurmayı sağlayan yaşayan değişen bir olgudur. Birinci planda ana öge insan sesi ve doğa sesi gelir. Türk dili dünya dilleri gruplarından Ural-Altay dil grubuna girmektedir. Yapısına göre de eklemeli diller sınıfında yer almaktadır. Türkçe’nin özelliklerine gelince: sesli harfler arasında incelik kalınlık, düzlük yuvarlaklık, genişlik darlık açısından belli bir uyum vardır.
Ünsüz harfler arasında sertlik yumuşaklık ayrımına dayalı bir uyum vardır. Sözcüğün vurgusu genellikle son hecededir. Söz diziminde eylem sözcüğü sona gelir. Diğer öğeler eyleme yakınlıkları oranında anlamca önem kazanır.
Türklerin alfabeleri:
Orhun alfabesi: Göktürk alfabesini kullanmışlar otuz sekiz harften oluşmuştur.
Uygur alfabesi: Sogd alfabesini Hindistan’daki Sogd kavminden almışlardır. On altı harften oluşan bir alfabedir. Bu yüzden dilimize göstermez.
Arap alfabesi: XI. yüzyıldan 1928’e kadar kullanılmıştır. Elif adı verilen ve ‘a’ harfinin yerini tutan harften başka sesli harf yoktur. Türkler bu alfabenin otuz dört harfini kullanmışlardır. ‘z’, ‘d’, ‘s’ harflerinin üçer karşılığı vardır. Başta, sonda, ortada harfler değişime uğrar.
Türk alfabesi: 1 kasım 1928’de Atatürk’ün girişimi ile Türk alfabesi ilan edilmiştir. Sekiz sesli, yirmi bir sessiz toplam yirmi dokuz harften oluşmuştur. Latin kökenlidir. Ancak batının çok az kullandığı ‘ç’, ‘ş’ ve hiç kullanmadığı ‘ğ’ bu alfabenin özgün harfleridir.
TÜRK EDEBİYATI
Türk edebiyatına geçmeden önce edebiyatın ne anlama geldiğine değinelim: Türü ne olursa olsun her edebiyat ürünü düşsel bir yaratıdır. Dış dünyadan algılanan, sanatçının düş ve us gücüyle zenginleştirilen birtakım öğelerin belli bir yapıya dönüştürülmesidir. Aralarında iç ve dış bağıntılar bulunan bir imler (işaretler) dizgisidir her edebiyat ürünü, gerçeklik ve düşselin bileşimidir. Şöyle de söylenebilir; gerçeklikle düşselin örülendirilmesi, sözcüklerle kurulu bir anlam evrenine bir söz evrenine dönüştürülmesidir.
Bir ulusun toplumsal yapısı, yaşayışla edebiyatı arasında sıkı bir bağıntı vardır. Toplumsal yapıda ve yaşamda ortaya çıkan değişmeler, yankısını edebiyatta da gösterir. Bu olguyu somut bir biçimde Türk edebiyatının gelişiminde, geçirdiği evrelerde görebiliriz. Şöyle ki Türklerin, Orta Asya bozkırlarında yaşadığı uluslaşma sürecine girmediği boy, aşiret ya da kabile yapısını koruduğu dönemlerde ayrı bir edebiyatı olmuştur. Ne zaman bu ilkel toplum biçiminden, konar göçer yaşamından sıyrılmış, İslam uygarlığına girmişiz, bu girişimlerle birlikte edebiyatımızda değişikliğe uğramıştır. Kendi içinde katmanlaşmalar, dilimleşmeler olmuştur. İslam uygarlığından, Batı uygarlığına geçişte de böyle olmuştur. Çünkü edebiyat toplumsal yapıyı oluşturan kurumlardan biridir.
Başlangıcından günümüze değin edebiyatımız toplumsa yapı ve yaşayışımızdaki değişmelere balı olarak türlü evreler geçirmiştir. Birbirini izleyen bu evreleri tarihsel akışı içersinde kalın çizgileriyle görelim.
İslamın kabulünden önceki Türk Edebiyatı
- Söylencesel ürünler
- Yazılı ilk ürünler ya da anıtlar ve yazıtlar
İslamın kabulünden sonraki Türk Edebiyatı
- Halk edebiyatı
- Divan edebiyatı
Tanzimat sonrası Türk Edebiyatı
- Tanzimat edebiyatı
- Edebiyat-ı cedide (servet-i fünun)edebiyatı
- XX. yüzyıl edebiyatı
İslamın kabulünden önceki Türk Edebiyatı
Söylencesel ürünler:
Yazının bulunuşundan önce her toplumda olduğu gibi Türklerde de kendilerine göre sözlü edebiyat ürünleri vardı. Bunlar, eski Türk toplumlarının Sığır, Şölen, Yuğ adını verdikleri din törenlerinden doğan ürünlerdi. Eski Türkler, genel sürgün avlarına ‘sığır’, genel kurban törenlerine ‘şölen’, genel yas törenlerine ‘yuğ’ adını verirlerdi.
Bu din törenleri, çeşitli toplumlarda ŞAMAN, KAM, OYUN, BASKI, OZAN adını alan kişiler tarafından yönetilirdi. Büyücülük, müzisyenlik, hekimlik, şairlik gibi nitelikleri olan bu yöneticiler, törenlerde milli sazlarıyla (Oğuzlarda kopuz) bazı destan parçalarını veya ‘koşuk’, ‘sagu’ adı verilen şiirleri söylerlerdi.
İşte eski Türklerin toplumsal yaşayışını, bunda etkisi olan kişilerin yiğitliklerini, duygu ve düşüncelerini, ağızdan ağıza, günümüze ulaştıran bu ürünler ilk söylenceler ürünleridir edebiyatımızın.
Türk Destanları:
Bütün toplumların sözlü edebiyatında en önemli ürünler olarak ‘milli destanları görüyoruz.
Destan, eski çağlarda savaş göç ve tabii afetler gibi önemli olaylar etkisiyle söylenmiş uzun, manzum yiğitlik hikayeleridir.
Bu hikayeler bazı milletlerde derlenip düzenlenerek veya yeniden yazılarak milli destanlar halinde ortaya konmuştur. Eski Yunan’da, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı, İranlılarda Ferdevsi’nin Şehnamesi, Finlilerin Kalevelası bunlardandır. Böyle derlenip düzenlenen veya yeniden yazılan bir Türk destanına rastlamıyoruz. Türk destanları üzerinde yakın zamana kadar bilgimiz de yoktu. Ancak son yüzyıllarda bazı bilginler Çin, Arap, İran kaynaklarına dayanarak Türk destanlarıyla ilgili bilgi vermişlerdir. Bu destanlar sırasıyla şunlardır:
Alp Er Tunga Destanı; Türk- İran savaşlarıyla Alp Er Tunga’nın yiğitliklerinin destanıdır.
Şu destanı; İskender’le Türkler arasındaki savaşların ve hükümdar Şu’nun destanıdır.
Saka Türkleri destanı
Oğuz destanı; Hun hükümdarı Mete’nin yiğitliklerini ülkesini genişletip oğulları arasında nasıl bölüştürdüğünü anlatan destandır.
Hun Türkleri destanı
Bozkurt destanı; yok olan Göktürklerin bir dişi kurttan yeniden türeyişinin destanıdır.
Ergenekon destanı; bir yenilgi sonunda Ergenekon’a kaçan Türklerin orada çoğalıp, bir demir dağı erittikten sonra öçlerini alışlarını anlatan destandır.
Göktürklerin destanı
Uygur destanı; Uygurların ‘türeyiş ve göç’lerini anlatan efsanelerdir.
Uygur Türklerinin destanı
Söylencesel Ürünler
Eldeki belgelere göre Türklerin ilk yazılı ürünleri8. yüzyılda Orhun ırmağı yöresinde bulunduğu için Orhun Yazıtları adı verilen Göktürk yazıtlarıdır. Göktürk yazıtlarından en az yıpranmış olanı 732 yılında Bilge kağanın kardeşi Kültigin adına dikilmiş olan anıttadır. 734 yılında ölen Bilge kağan adına, 735 yılında dikilmiş anıttaki yazıtlarla 725 yılında dikildiği sanılan, Vezir Tonyukuk anıtındaki yazıtlar daha az okunur durumdadır.
Islamın Kabulünden Sonraki Türk Edebiyatı
Halk edebiyatı ve divan edebiyatı diye iki koldan gelişme göstermiştir.
Halk edebiyatı: Eski ozanlarımızın kopuzlarından günümüze kadar milli yaşayışımıza kültür ve kültür ve beğenilerimizi ortaya koyan halk edebiyatı; yüzyıllardır sade dil ve kendine özgü tür ve şekilleriyle süregelmiş sözlü bir edebiyattır. Halk edebiyatı halkın ortak malı sayılan atasözleri, bilmeceler, ninniler, masallar, hikayeler, maniler, türküler, karagöz ve orta oyunlarıyla, tekke ve aşık edebiyatını içine alır. Hak şiirinde nazım birimi genel olarak 1dörtlüktür. Ölçü, hece ölçüsü. Divan edebiyatının etkisiyle bazı halk şairleri aruz ölçüsünü de kullanmışladır. Kafiye çoğunlukla yarım ve cinaslı kafiyedir.
Dörtlüklerle Kurula Şekiller:
Mani Tipi
Koşma Tipi
Koşma: Üç beş dörtlük arasında ve onbirliyle söylenirler. Koşmalar konularına göre: Koçaklama (yiğitlik), güzelleme (tabiat ve insan güzellikleri konusunda övgü), ağıt (ölenlerin akasında onların iyiliklerini ve ölümlerinden duyulan acıları anlatan), taşlama (toplumu ve kişileri yeren ve alay eden) adını alırlar.
Semai ve Varsağı: sekizli ile söylenirler semai bestesiyle varsağı da yiğitçe bir ünlemle başlamasıyla ayırt edilir.
Destan: onbirli ve sekizli ile söylenir, konuya göre dörtlük sayısı artabilir.
Halk edebiyatında sade bir içten bir söyleyiş vardır. Yalnız son yüzyıllarda divan edebiyatının etkisiyle dil ve söyleyiş sade ve tabii olmakta uzaklaşmıştır.
Divan edebiyatı:
X yüzyıldan sonra hızla yayılan ve yerleşen İslâmlık, Türkler, Araplar ve İranlılar arasında her alanda bağların kurulmasına yol açıyor; özellikle bilim ve kültür, sanat ve edebiyat alanlarında ortak bir düşünce ve beğeninin doğmasına sebep oluyordu.
Türk aydınları Türkçe’de yetersiz buldukları, din, bilim, sanat kavramlarının, karşılıkları olan söz ve terimler için, Arapça ve Farsça’ya başvuruyorlardı. Bunun sonucu olarak Türkler arasında bilim dili, Arapça’nın; edebiyat dili de Farsça’nın etkisiyle gelişti. Böylece ortak bir düşünce ve beğeninin ürünü olan divan edebiyatı doğdu. Medrese öğrenimi gören aydın kişilerin İslâmlık etkisiyle ortaya koydukları ilk ürünler Anadolu dışında başlar ve13. yüzyılda Anadolu’da divan edebiyatı adını alarak 19. yüzyıl ortalarına yani Tanzimat’a kadar sürer.
Divan şiirlerinde en çok aşk, şarap, din ve ahlakla ilgili soyut konular işlenir. Şairlerin gerçekler ve tabiatla bağlantıları yok gibidir.
Söyleyiş ve anlatım süslüdür. Divan şairinin ustalığı, belirli kurallara uyarak benzetmeler yapmak, mecazlı, tenasüp, tevriye, tecahül-i arif ve benzeri gibi sanatlı deyişler yaratmak, kalıplaşmış anlamı olan sözleri kullanmaktır.
Tanzimat sonrası Türk Edebiyatı
1839’da Mustafa Reşit paşanın padişah Abdülmecit adına Gülhane’de okuduğu Hatt-ı Hümayun, Tanzimat-ı Hayriye’nin bildirisi olmuştur.
Düzenlemeler anlamına gelen Tanzimat bir bakıma Osmanlı imparatorluğunun bazı kurumlarıyla batıya yönelişi demektir.
Tanzimat döneminde batıyı yakından tanımış veya batı uygarlığının önemini kavramış Osmanlı aydınları, toplum yaşayışı, bilim, sanat ve edebiyat alanlarında batıyla bağlantılar kurmuşlardı. 1860 yılında Agah Efendi ve Şinasi’nin birlikte çıkarttıkları tercüman-ı aval adlı gazeteyle Tanzimat edebiyatı başlamış oldu.
Çeviriler yoluyla batı edebiyatını tanıtmaya başlayan bazı yazarlardan sonra Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Abdülhak Hamit, Recaizade Mahmut Ekrem, Sami Paşazade Sezai edebiyatımıza yenilikler getiren Tanzimat’ın başlıca sanatçılardırlar.