İstanbul’un Tarihi

istanbul Ayasofya Mozaik Konstantin İrene

İstanbul’un tarihi, uzun ve karmaşıktır, farklı medeniyetlerin bazen merkezi oldu, bazen de yörüngesine girdi. Böylece, o medeniyetlerin birbirine hiç benzemeyen şehircilik anlayışları İstanbul’un oluşumunda etkili oldu. Bunların izleri şimdi de kentin dokusunda görülebilir.

Bu tarihin uzunluğu ve bu uzun tarih boyunca İstanbul’un önemli bir merkez olarak varlığını sürdürmesi şehrin coğrafi konumuyla yakından ilgilidir. Boğaziçi iki denizi birbirine bağlayan bir su yoludur ve su yolunun iki kıyısında iki kıta karşı karşıya gelir. Böyle bir kavşak noktasının ticari, askeri vb. bakımlardan nasıl bir stratejik önemi olacağı açıktır. Ancak, bu açıdan bakıldığında, Çanakkale’nin de benzer özellikleri olduğu görülür. Öyleyse niçin o boğazın kıyısında İstanbul gibi önemli bir şehir kurulmadı? Bu sorunun cevabı, Haliç’tir. Haliç her mevsimde ve her türlü rüzgârda güvenli bir limandır ve koca Doğu Akdeniz bölgesinde güvenlilik açısından onunla boy ölçüşecek yalnız Selanik ve İzmir limanları vardır. Onların da, İstanbul’daki kavşak özelliği yoktur. 

Böylece denebilir ki doğa ve coğrafya İstanbul’un önemli bir şehir olmasına önceden karar vermişlerdir. Gene de, kuruluşundan Büyük Constantinus’un tarihi kararına kadar bu potansiyel en iyi şekilde kullanılmamıştı. Bunun nedeni de büyük ölçüde teknolojinin zayıflığıdır. Boğaz, gemiciliğin erken evrelerinden beri kullanılıyordu, ama bu trafik bildiğimiz ölçülere göre “büyük” bir şehir için yeterli değildi.

İstanbul’un kuruluş Efsanesinde adı geçeni Megaralı Byzas‘tan yaklaşık 800 yıl sonra, İS 196’da Roma İmparatoru Septimius Severas, şehri zaptetti ve kendisine direndiği için cezalandırarak yaktı, surlarını yıktırdı. Ama bundan bir yıl sonra kendisinin yeniden sur yapması, şehrin önemini anladığının işareti sayılabilir.

Roma Dönemi İstanbul

İstanbul’u tarihi bir dünya merkezi haline getirme kararını bilinçli bir şekilde veren kişi Constantinus (Konstantin) oldu. Roma İmparatorluğu’nun çeşitli sorunları karşısında imparatorun bulduğu çözüm onu yönetimsel olarak ikiye ayırmaktı; bu durumda, doğuda kalacak parça için Roma’ya denk bir büyük başkent yaratmak gerekiyordu. Tarihçiler Constantinus’un ilkin Troya’yı (Truva) düşündüğünü anlatırlar. Troya, klasik çağın İlyada gibi en büyük epiğinin kahramanı olan, amma yıkıntı halinde bir yerdi. Constantinus’un kısa zamanda daha gerçekçi bir karara yöneldiği, Truva’nın temsil ettiği geçmişe karşılık, İstanbul’un vaat ettiği geleceği tercih ettiği görülür. 

Roma Dönemi İstanbul başkent yapılır, bunun nedenleri kısaca aşıda açıklanmıştır:

Bu kararın İstanbul için sonucu şu bakımdan ilginçti: Şehir, planlı bir biçimde, başkent olmak üzere inşa edildi. Constantinus, aynı zamanda, Roma’nın Hıristiyan olmasına karar veren imparatordur. Ancak şehrin yapılışı klasik Grekoromen şehircilik anlayışı ve geleneği çerçevesinde gerçekleşti. Konstantin‘in Çemberlitaş üstüne konan heykelinin onu Apollon gibi resmetmesi de bu geçiş aşamasının tipik bir özetliğidir. Yunan Latin tarzı, geniş, iki yanı sütunlu caddeleri geliştirmişti. Bu caddeler üstünde gerekli yerlerde geniş meydanlar açılıyor, kavşaklar oluşuyordu. Simetri önemli bir ilkeydi. Bir başkent için görkem ve anıtsallık da önemliydi. Özgür yurttaşların toplumsal ihtiyaçları karşılanmalıydı.

Şehir bu ilkelere uygun olarak kısa zamanda gelişti ve Constantinus’un isabetli bir seçim yaptığını kanıtladı. Daha iki yüzyıl geçmeden  Unkapanı Yenikapı arasındaki surlar dar geldi ve II. Teodosios bugün gördüğümüz yeni surları yaptırdı.

Bizans Dönemi İstanbul

Bizans Dönemi istanbul Ayasofya

Roma’nın ne zaman “Bizans” olduğunu söylemek kolay değildir. Bizanslılar kendilerini Romalı olarak tanımlıyordu. Bizans Dönemi İstanbul’unun aslında daha önceki adı olan Byzantion yada Byzantium isminden geldiğini de dikkate almamak lazım. Yinede Bizans ayrım, 19. yüzyıl tarihçilerinin çıkardığı bir ayrımdır. Arada bir fark olduğu, belirli bir zamandan sonra Doğu Roma’nın ya da Bizans’ın Batı Roma’ya, daha doğrusu, ayrım öncesi eski Roma’ya pek benzemediği hissedilir, amma geçişin ne zaman başladığına veya bittiğine karar vermek zordur  belki başın dan beri ayrım vardı. Tabii, “ayrım neydi?” sorusuna da daha kesin bir cevap bulmak gerekiyor. “Roma” denince aklımıza gelen belli başlı özellikler paganizm çağında oluşmuştu; Bizans ise koyu Hıristiyan bir imparatorluktur. Ama Doğu Roma’nın kuruluşunda zaten Hıristiyanlık vardı. Dolayısıyla din, başlıca ayrıntı olmamalı.

Sorun belki, Batı Roma’da özerk bir soylular sınıfı olmasıdır. Her zaman politik olarak egemen olmasalar da, belirleyici oldular. Bizans’ta ise devletten özerk bir soylu sınıf yoktu aynı sonraki Osmanlılardaki gibi.

Benim öznel yorumum, bu değişimin 5. yüzyıl sonlarına kadar kendini belli ettiğidir. Tek dayanağım da, İustinianos’un (Justinan) 6. yüzyılda Roma’yı yeniden kurma girişiminde bulunması. “Yeniden kurma” girişimleri, hep, bir şeyin kaybedildiği bilincinin sonucudur.

İustinianos’un çabaları Yunan Latin geleneğiyle Hıristiyanlığı parlak bir biçimde birleştirdi. Başta Ayasofya olmak üzere, Hıristiyanlığın en büyük anıtları İstanbul’da bir klasik dünya şehri dokusunun içinde yükseldi.

Ama sonraki yüzyıllarda Bizans sürekli yıprandı ve zayıfladı. 1204 Latin işgaliyle iyice çöktü. Türkler fethettiğinde şehir yarı yıkıktı, nüfusu da elli bine kadar inmişti. 

Osmanlı Dönemi İstanbul

Osmanlı döneminde İstanbul şehiri kısa zamanda değişti, başka bir karakter edindi. Türkler göçebelik geleneğinden geliyorlardı; kırsal alışkanlıkları ağır basıyordu. Bunun sonucunda doğa yeniden şehir içine girdi. Nüfusun en fazla yoğunlaştığı birkaç istisna semt dışında, bütün evler bahçeliydi. Modern şehirlerde parklarla giderilen yeşillik ihtiyacı, bu İstanbul’da bahçelerle karşılanmıştı. Bu yüzyılın ortalarına kadar şehre belirgin karakterini veren ahşap konut tipi de bu en erken dönemlerden başladı. Ahşabın tercihinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem korkusu, kırsal alışkanlık ya da İslam’ın “fani dünya” ideolojisi gibi. Ama temel neden ekonomikti. Ahşap ucuz, inşaat kolaydı. Ayrıca ahşap ev, şehrin iklimiyle uyumluydu. Buna karşılık, önemli sakıncası da, bilindiği gibi, yangına dayanıksızlığıydı. Gerçekten de yangın, yüzyıllar boyunca İstanbul’un başından eksik olmayan bir felâket olmuştur.

Osmanlı yapılaşmasını başlıca iki kategoride ele alabiliriz: kamusal ve özel. Bu ikisi arasındaki ayrım, Osmanlı’da Roma Bizans’ta olduğundan daha büyüktü. Osmanlılar ele geçirdikleri şehri yıkmadılar, yapısını da bilinçli veya amaçlı bir şekilde bozmadılar. Kiliseleri camiye çevirdiler, Bizans’ın yükseltilere anıtsal yapı dikme politikasını sürdürüp tamamladılar;

“Kamusal” dediğim kategorinin belirgin örneği “külliye”dir. Bu tip binaları padişah, vezir ve aileleri, yani saray, vezirler ve başka varlıklılar inşa ettirir. Külliyenin amacı ve varlık nedeni kamu yararıdır. Bir hayır işidir. Yaptıranın servetine göre işlevleri çoğalır ve çeşitlenir.

Külliye, şehrin geri kalan kısmına açılmaktan çok kapanan bir yapı tipidir. Genellikle merkezinde cami yer alır. Medreseler, hastaneler, külliyenin binaları her neyse, merkezdeki camiye göre vaziyet alır, yüzlerini ona dönerler (tabii bu, sırtlarını şehre dönmeleri demektir). Cami elbette dini, Allah’ı temsil eder. Ama aynı zamanda, dünyevi ve fiziksel düzeyde, onu yaptıranı da. Bu bakımdan külliye, sanki ortasında durup da ona bakacak bu “bani”nin teftişine kendine sunar gibi durur.

Külliyenin oluşturduğu bu görece simetrik ve geometrik bütünlüğün dışında şehrin kaosu vardır. Orada düz çizgiler bozulur; eğrilir ya da zikzak yapar. Evler birbirine yaslanır. Cumbalar birbirine uzanır, sokaklar çıkmaz olur vb.

Aslında mahallenin temelinde de, külliyedeki ilkeler vardır; ama ilkenin gerçekleşme oranı mahallede iyice azalır. Bunu açıklamak için, fetihten itibaren şehirde nasıl bir nüfus oluştuğu konusuna kısaca göz atmak gerekiyor.  II. Mehmet Roma’nın başkentini ele geçirip kendini Kayser ilan edince, tasarladığı büyük şehrin nüfusunu oluşturmaya girişti. İmparatorluğun çokuluslu dokusunu şehirde yeniden üretti. Bunun için çeşitli bölgelerden Türk, Rum, Ermeni topluluklarını şehir içinde iskân etti. Onu izleyen padişahlar da politikayı sürdürdü : Bayezid’in Yahudileri davet etmesi, Yavuz’un Mısır’dan Süleyman’ın Sırbistan’dan hünerli ustalar getirmesi gibi.

Böylece yeni kurulan mahalleler, gelen toplulukların köyleri gibi kuruldu. Bu, modern çağda öncelikle sınıf temeline göre mekânı paylaşarak kurulan Batı Avrupa şehirlerinden de, sınıfların önemli olduğu klasik (Grekoromen) gelenekten de epey farklı bir modeldir. Her mahallenin zengini ve yoksulu ve çok sayıda orta hallisi vardı. Ortaklığın temeli etnik bağdı (ya da “Çarşamba” veya “Aksaray” gibi semtlerde, eski hemşehrilik bağları). Dolayısıyla aslında mahalle de yüzünü bir merkeze, sırtını da şehrin geri kalan kısmına dönüyordu. Ama bunu külliye gibi düzenli ve geometrik bir tarzda yapamıyordu, çünkü gücü yetmiyordu. Bu anlamda devlet hendeseyi, sivil toplum kargaşayı temsil eder.

Mahalle merkezi ufak bir meydandır. Burada kural olarak, birimin maddi temelini oluşturan bakkal ve manav (kasap da olabilir) ve toplumsallık mekânı olan kahvehane bulunurdu,

Böylece Osmanlı İstanbul’u bir bakıma bir köyler topluluğu olarak gelişti. Bu “matlaşma” diyeceğim bir özellik getirdi. Klasik Roma şehri, caddeleri ve meydanlarıyla, sanki şehrin bir uçtan öbür uca “saydam” bir biçimde görünmesi idealine göre kurulmuştu. Akdenizli Yunan ve Roma medeniyetlerinde hayatın büyük kısmı açık havada geçiyordu. Bu Osmanlı zamanında da çok fazla değişmedi, ama açıklık daha çok çevresi kapalı avlulara vb taşındı. “Kadın mahremiyeti” kavramının da bunda payı olmalı. Klasik çağdaki düz çizgiler, külliyeler dışında, labirentleşti (aslında, sarayın “özel” ini temsil eden Harem’de de labirent niteliği vardır). İslâm Osmanlı uygarlığının “uzlet” kavramı, “mahremiyet”i tamamlar. Devlet ve “özel” arasında, “kamusal’a pek fazla yer kalmamıştır. Birey, “dışarı” da işi bitince, evinin mahremiyetine sığınır ve orada “uzlet”i yaşar.

Osmanlı’nın parlak dönemlerinde İstanbul dünyanın bir numaralı şehir statüsünü korudu. O çağların teknolojik imkânları içinde sağlanabilecek hizmetler sağlanmıştı. Süleymaniye Külliyesi’nde Sinan’ın yaptığı tuvaletleri düşünün; bir de, 16. yüzyılda, Paris veya Londra’da sokak ortasından akan lağımı.

Tanzimat Döneminde İstanbul

19. yüzyılda Batı’da başlayan sanayi devriminin sonuçları dünyanın çehresini hızla değiştirdi. Gücünü büyük ölçüde kaybeden Osmanlı, bu gelişme karşısında büsbütün çaresiz kaldı. Sanayi devrimi şehircilik anlayışını ve pratiğini de değiştiriyordu. Bugün de, gezdiğimiz birçok şehrin belirleyici karakterini 19. yüzyılda edindiğini gözlemleriz. Bu yüzyıl, modern dünyayı, bildiğimiz dünyayı başlatır. Ondan öncesini anlamak için fazladan bir zihni çabaya ihtiyacımız vardır. Ondan sonrası ise çok daha aşinadır. Batı’nın kapı komşusu olan Osmanlı’nın ve İstanbul’un dünyayı saran sanayi devrimi etkilerine kayıtsız kalması mümkün değildi. Nitekim, Osmanlı da zorunluluğu kavramış ve önceki arayışlarından çok daha kapsamlı bir yenileşme programını başlatmıştı..

Bu yeni anlayış, İstanbul’un yoğun yerleşim alanlarından önce o kadar fazla meskûn olmayan, Haliç’in kuzeyindeki bölgelerde kendini gösterdi. Beyoğlu’nun tarihi, bunun böyle olmasının koşullarını hazırlamıştır. Galata semti, bir Cenova kolonisi olduktan sonra bu Doğu Akdeniz kentinde hep Batı dünyasını temsil etmişti. Osmanlılar da diplomatik ilişki kurdukları ülkelere, elçilikleri için o yakada yer vermiş, böylece bu bölge İstanbul’dan farklı ve Batı’ya yakın bir çizgide gelişmişti. Batı’dan gelen yeni şehircilik anlayışının, bu tür bir fiziğe ve nüfusa sahip olan bu bölgede yerleşmesi doğaldı. 

Böylece şehir, bu yüzyılda, yeni bir medeniyet yörüngesine girdi ve o medeniyetin şehircilik ilkelerine göre biçimlenmeye başladı. Ne var ki, bu sıralarda Osmanlı ekonomisi ağır sıkıntıdaydı. Onun için değişim yavaş ve ‘kısmi oldu. 18. yüzyıldan bu yana, artık yoksul bir şehir olmuştu İstanbul. Sermaye yayılmadığı için, erken Avrupa kapitalizminin yarattığı görkemliliğe erişememişti. Bugün de bu yoksulluğu açıkça görebiliyoruz.

Tanzimat’ın İstanbul’a biçim verme girişimini, daha önceki büyük değişmeler arasında en çok Constantinus’un çabasına benzetebiliriz. Yapılanla yapılmak istenen arasında uyum sağlanması bakımından ikisi de, yeni bir kent yaratmak üzere girişilmiş planlı çabalardır. İkisinde de, şehrin bütününü gören bir gözün varlığı bellidir.

Daha önce de Osmanlılar şehri Batılılaştırmaya çalışmış, Moltke, Arnodin, Bouvard gibi şehircilere proje ısmarlamış, ama ayakları yere basmayan bu projelerden sonuç çıkmamıştı. Şimdi daha gerçekçi ve pratik bir programla işe başlanacaktı.

Geleneksel Topkapı Sarayı’na son köşkü yaptıran Abdülmecit aynı zamanda Dolmabahçe Sarayı’nı inşa ettirerek oraya taşınma kararını veren padişahtır. Topkapı’dan Dolmabahçe’ye fiziksel mesafe birkaç kilometreyi geçmez, ama padişah bu yer değiştirmeyle birlikte, aslında bir medeniyetten öbürüne geçiyordu (tabii bütün bu süreci başlatanın babası II. Mahmut olduğunu unutmamalıyız). İstanbul’da “Batı”, kuzeydeydi.

Saray kuzeye taşınınca, doğal olarak, ordu da onu izledi. Modernleştirilen ordu bu yakada yapılmış yeni kışlalara yerleştirildi. Teşvikiye’de yapılan cami ve karakol, adının da gösterdiği gibi, bu yakada yerleşimi teşvik ediyordu.

Ulaşım sorunları, modernleşmede itici güç oldu. Örneğin köprülerin yapılması belirleyici bir değişimdi. Çok eskiden beri düşünülen köprüler gerçekleşti. Saray Batı’ya giderken eski şehri büsbütün gözden çıkarmamış, köprülerle yedeğine bağlamıştı. Demiryolu Sirkeci’ye geldi; buharlı vapurlar Anadolu yakasından ve Adalar’dan insanları köprüye taşımaya başladı. Önce atlı, sonra elektrikli tramvay ulaşımı hızlandırdı, ayrı yaşamaya alışmış semtleri birbirine bağladı. Londra’dan sonra dünyada yapılmış ikinci “metro” olan Tünel, iş merkezi Galata ile konut alanı Beyoğlu arasında gidişgelişi kolaylaştırdı.

“Hasta adam” diye anılan Osmanlı devletinin gücü bu kadarına yetti gene de. Özellikle yangınlardan sonra, eski şehrin dar sokaklarım genişletmeye, düzenli hale getirmeye çalıştılar. Gece aydınlatması başladı. Kamusal eğlence kavramı doğdu. Bütün eksiklere rağmen, bunlar önemli değişikliklerdi.

Cumhuriyet Dönemi İstanbul

Cumhuriyet dönemi yapılan yapılardan FSM köprüsü

Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul hükümetine karşı kurulduğu için, bir bakıma İstanbul’a karşı kuruldu. Bu da, doğal olarak, kentin yaklaşık otuz yılını derinden etkiledi.

Cumhuriyet’le İstanbul arasındaki çatışma, yalnızca padişahın ve son hükümetlerinin burada bulunmalarından ileri gelmez. Buna ek olarak, bir kısım İstanbul aydınının belirli İstanbul gazetelerinde milli mücadeleye tavır almış olmaları da hikâyenin bütününü açıklamaya yetmez. Temel sorun, Cumhuriyet’in bir milli devletin rejimi olarak ortaya çıkması, İstanbul’un ise pek çok özelliğiyle kozmopolit imparatorluğun ürünü olmasıdır. Ankara, coğrafi konumunun kazandırdığı askeri avantajlarla (Balkan Harbi’nde ve Çanakkale sırasında İstanbul’un başkent olmasının tehlikeleri görülmüştü zaten) Kurtuluş Savaşı’nın yönlendirildiği merkez olmuştu, ancak bu savaş kazanıldıktan sonra da, kozmopolit İstanbul’a karşı “Anadolu’nun kalbi” olma özelliğiyle başkent işlevini devam ettirdi.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra İstanbul uzun süre tamamlanamayan bir nüfus değişimi sürecine girdi; nüfusla birlikte, doğal olarak başka şeyler de değişti. Kurulan milli devlette çok fazla istenmediklerini hisseden gayrimüslim kesimler şehri dalga dalga terk etti. Varlık Vergisi, 67 Eylül, Kıbrıs gerginliği gibi olaylar da süreci hızlandırdı. Bu arada mülkiyette geniş çaplı bir el değiştirme de oldu.

Yeni merkeziyetçi devlette her alanda olduğu gibi İstanbul’la ilgili kararlar da Ankara’da verilmeye başlamıştı. Hatta bir aralık İstanbul Belediye Başkanlığı İstanbul Valisi’nin ikinci işlevi haline getirildi. Tahmin edileceği gibi, İstanbul’a ayrılan kaynaklar, İstanbul’dan elde edilen kaynaklara göre hatırı sayılır derecede azaldı. Bunların uzun vadeli ve önemli sonucu, İstanbul halkının şehir sorunlarıyla ilgilenmez hale gelmeleri oldu. Yeni bir şehir planlama ve kurma enerjisi Ankara’da yoğunlaşırken İstanbul ihmal edildi. Şüphesiz ki İstanbul imparatorluk başkenti olarak çok uzun bir süre olağanüstü ayrıcalıkların tadını çıkarmıştı ve şimdi büyük ölçüde harap bir toplumun canlandırılması sürecinde onun biraz unutulması yadırganmamalıydı.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1940’lara kadar İstanbul’da imar ve şehircilik adına ciddi bir işe girişilmedi. Askerin kullandığı bazı binaların, kışlaların üniversiteye verilmesi, hanedana ait saray ve köşklerin kamu yararına çalışan kuramlara verilmesi gibi simgesel anlamı olan bazı şeyler yapıldı. Milli devlet hem Batılılaşmaya, hem Türkleşmeye çalışıyordu. Bunun için yığınla sokak adı değiştirildi, Rumların yoğun oturduğu Tatavla’nın Kurtuluş’a çevrilmesi gibi anlamlı değişiklikler yapıldı.

İstanbul ve Türkiye 1930’lar boyunca yeniliğin ve sürekli yenileşmenin çocuksu coşkusunu yaşadı. Bu aynı zamanda tarihle bağların kopması anlamına geliyordu. Tarihe, bir an önce kurtulunması ve uzaklaşılması gereken karanlık bir mağara gibi bakma tavrı yaygınlaştı. Geriye dönüp bakarsak, Lut Peygamber’in karısı gibi bir tuz direği olacaktık. Bu tavır, bu tarz bir “modernizm”, daha sonraki yıllarda da, her şeyden önce bir tarih şehri olan İstanbul’da geniş çaplı tahribata yol açtı, çünkü kaçınılmazlaşan imar gereği gündeme gelince, ilk kazma tarihe vuruldu.

1940’larda, Vali Lütfi Kırdar zamanında bazı imar faaliyetleri başladı, ama büyük çaplı değişim 1950’de iktidarın seçimle değişmesinden sonra geldi. Adnan Menderes İstanbul’u ele almaya karar vermişti.

Yukarıda değindiğim, hemşehrilik bilincinin yetersizliği, bu gibi durumlarda ciddi bir tehlike niteliği kazanır. Çünkü şehrin bütününe ilgi azalınca, bilgi de kalmaz, şehir üstüne düşünce üretimi de olamaz. Bilgi az sayıda yetkilinin elinde toplanır, onların çevresinde de, şehre ve yapılacak faaliyetlere yalnız kendi çıkarları açısından bakan gruplar toplanır. Bu yalnız Menderes zamanına özgü bir şey değil, Türkiye tarihinin en genel ve kalıcı özelliğidir. Merkeziyetçi anlayış kitleleri sorunların ve kararların uzağında tutar. Sonuçta, merkezdeki o yetkili, kafasındaki projeleri kimseye danışmadan yürürlüğe koyan “işbitirici” tip olarak bildiğini okur. Menderes bir başbakan olarak, daha sonra göreceğimiz birçok belediye başkanının prototipiydi.

En büyük sorunlardan biri ulaşımdı o yıllarda. İnsanların yüzlerce yıl yaya dolaştığı İstanbul, Menderes hükümetlerinin Türkiye çapında uygulamaya koyduğu ve öncelik verdiği, dolayısıyla hızla gelişen motorlu trafiğe uygun bir altyapıya sahip değildi. Menderes tarihi yarımadada Vatan ve Millet Caddeleri ile Sahil Yolu’nu açtı. Dolmabahçe-Karaköy arasını, Bağdat Caddesi’ni genişletti.

Bu uygulamalar şehre gerçekten ferahlama getirdi. Nitekim bugün hâlâ, o zamanları yaşamamış olanlar bile Menderes’i rahmetle anar. Ancak, bir de madalyonun öbür yüzüne bakmakta yarar var.

Bir kere, bu caddeler yapılırken birçok tarihi yapı cömertçe feda edildi ve modernleşme uğruna tarihten vazgeçmenin zorunlu olduğu düşüncesi meşrulaştı.

İkinci önemli nokta, bu gibi geniş caddelerin açılmasının yanı sıra, ulaşım için daha köklü ve büyük çapta tedbirler düşünme gereğiydi. Bu daha köklü tedbir şüphesiz metroydu. Metro yapımına o yıllarda başlanmış olsa bu iş şimdiye kadar biter ve bugün yaşanan trafik faciası önlenirdi. Ama bu tür toplu taşıma yöntemleri o iktidarın genel yaklaşımına aykırıydı. Onun için de hiç düşünülmedi (Boğaz Köprüsü düşünüldüğü halde). 

İstanbul nüfusu ve buna bağlı olarak konutlaşma da hesapsız bir biçimde büyüyerek yürüdü. Tarihi yarımada da bir kısmı eski yangın yerleri olan geniş alanlar çirkin bir apartmanlaşmaya terkedildi. Ayrıca pek çok eski ve değerli bina da yerini zevksiz apartmanlara bıraktı. Bu eğilimler, doğal olarak, yalnızca tarihi yarımadayla sınırlı kalmadı. Tarihe karşı takınılmış küçümseyici, değer bilmez tavır bu dönemde geniş bir tahribata dönüştü.

Öte yandan şehir içi olmayan alanlarda da gecekondulaşma başladı ve bu yeni eğilim 1960’larda büsbütün hızlanarak yakın zamana kadar devam etti (şimdi ise eski gecekondu alanlarının betonarme bloklarla kaplanması sürecindeyiz). Daha önce, İstanbul’da üç tip şehirleşmeden söz etmiştim. Dördüncü tip olarak da 20. yüzyılın gecekondulaşmasını sayabiliriz.

Menderes döneminde ve onu izleyen yıllarda İstanbul’da olanlar, daha öncekiler arasında en fazla Osmanlı döneminin başlangıcına benzetilebilir: Göçle gelen yeni bir nüfus olması ve bu nüfusun fazla plan program gözetmeden şehre yerleşmesi bakımından. Gerçekten, şehrin ikinci kere fethedilmesi gibi bir şeydir bu. Gel gelelim, bu seferki nüfus akışı öncekilerle kıyaslanmayacak kadar fazlaydı ve ister istemez önemli sonuçları olacaktı. Bugün on milyon kadar bir nüfustan söz ediyoruz. Bu Norveç’in, Danimarka’nın nüfusunun iki katından fazla. İstanbul’da yaşayan on milyona yeterli su sağlamak demek, bütün Yunanistan’a su sağlamakla eş anlamlı. Bu koşullarda, kırdan kente gelen bunca insanın kentli olarak özümsenmesi çok zorlaşır ve upuzun bir süreye yayılır. Kentli ile köylü arası bir hayat tarzının varlığını hepimiz hissediyoruz. Bu sayıda insana göre oluşmamış kentin elbette ciddi altyapı sorunları çıkacak ve bu da hayat niteliğini zedeleyecektir. Susuzluk, kanalizasyon yetersizliği, çöp sorunu, trafik keşmekeşi, betonlaşma, hava, su ve toprağın yoğun bir biçimde kirlenmesi vb. Çağımızda teknoloji, sanayi devriminden önceki dönemlerle  kıyaslanamayacak kadar güçlü. Şüphesiz, insana daha önce hayal edemeyeceği imkânlar verdiği için olumlu bir gelişme bu. Ama büyük güç, aynı ölçüde yıkıcı ve yok edici olabiliyor ve son yüz elli yılda iyimserce uyguladığımız teknolojinin hem genel olarak dünyada, hem de dünyanın belirli alanlarında yarattığı tahribatın çoğunu yeni yeni kavramaya başlıyoruz. İstanbul da bu çeşit tahribattan nasibini yeterince aldı ve henüz bunu giderebilmiş değil.

Bu çerçevede, 20. yüzyılın “yeniliği” ile Tanzimat’ın İstanbul’a getirdiklerini kısaca karşılaştırabiliriz. Elbette, insanlar her şeyi önceden bilemezler ve iyi niyetle giriştikleri uygulamalardan bazılarının çok zararlı sonuçları sonradan anlaşılır. Örneğin, Tanzimat döneminde Haliç kıyılarının sanayileşmeye terk edilmesi kötü bir seçimdi ve bunun sonucunda İstanbul Haliç’ini kaybetti. Ancak, o sıralarda dünyanın başka yerlerinde de benzer tercihler yapılmıştı. Avrupa’nın belli başlı nehirlerinin yoğun kirlenmesi de benzer bir durumdur. 

Yani, Tanzimatçıların yanılgıları, çağdaşlarının da paylaştığı yanılgılardı.

Aynı yargıyı Cumhuriyet dönemi için tekrarlamak o kadar kolay değildir. Ortada, öncelikle İstanbul’la ilgili iki önemli yanlış olduğu görülüyor. Bunlardan birincisi, yapılan işlerin yol açacağı sonuçların önceden hesaplanamamasıdır. İkincisi de, taklit edilen modelin gerçekte ne olduğunun yeterince anlaşılmamasıdır.

Bir şehrin gelişmesinin özgün dinamikleri elbette vardır; ama ülke koşulları da o gelişmeye müdahale eder. Azgelişmişliğin birçok sıkıntısını yaşayan Türkiye’de İstanbul’un vaat ettikleri çok kişiye çekici geldi ve hesapsız bir göç başladı. Çevrede, şimdi Gebze ya da Çerkezköy gibi yerlerde yapılmaya çalışılan şehri koruyacak istihdam alanları açma çabası ancak iş işten geçtikten sonra düşünülebildi.

Bu hızlı nüfus yoğunlaşması karşısında, kaynaklar da artmayınca, yerel yetkililer çaresizliğe düştüler. Gelişmenin ardından sürüklenir olduk. Örneğin otomobil sayısı durmadan artarken otopark sorunu çözülemedi. İstanbul’un tertemiz denizi on yıllık bir süre içinde berbat oldu. Patlayan çöp dağları, her an yayılma ihtimali olan salgın hastalık ve daha nice fiili yada potansiyel tehlike bu hesapsız gidişin sonuçlarından sadece birkaçı.

Böyle olumsuzluklar, izlenen modeli anlamama veya anlamak istememenin bizi mahkum ettiği sonuçlardır. Benzemeye çalıştığımız Batı şehirlerinde bizdekinden çok otomobil var, ama toplu taşımanın bütün gerekleri yerine getirilmiş. Modern teknoloji ve inşaat var ve çok daha zevkli ama tarihi dokunun korunması için her türlü tedbir alınmış. Sermayenin hesapsız dalgalanmaların insana ve kültüre zarar vermemesi için birçok çare düşünülmüş.        Zamanla yarışma çabası bu kadar ciddi bir ölüm kalım sorununa dönüşmediği için, niteliksiz üretim büyük ölçüde engellenmiş. Bunlara rağmen, o Batı kentlerinin de pek çok sorunu var. Çünkü çağdaş toplumların imkânlarının büyüklüğü dolaylı olarak sorunları da büyütüyor.

ESKİ ÇAĞLARDA İSTANBUL – İSTANBUL’UN KURULUŞ YERİ VE EFSANESİ

İstanbul ne zaman kurulmuştur? İstanbul’un mitolojik kuruluş hikayesi nasıl? İstanbul’un kuruluş yeri efsanesi nedir?… [Devamını Oku]